Pazartesi, Aralık 7

derken

Aralık'ın 7sinde sivrisinekli bir gecede aklımda olanlar: Önce dizilerden başlayalım. Dexter. Bu sezon bana resmen check up yaptı, kalbim yeterince sağlam mı görmüş oldum. Argümanlar, dertler, cinayetler, baba problemleri, etik ama ahlaksız olabilmenin ağırlığı. FlashForward. yahu bu kadar kötü dizi olmaz diyip yine de izliyorum. Bu kadar iyi bir fikri ne kadar kötü bağlayacaklarını görmek için. V. Bazı sahnelerde çok iyi, özellikle Anna karakteri çok iyi tasarlanmış. Aynı anda fiziksel olarak hem güzel hem çirkin bir kadının güzel ve çirkin yönleri. Nip Tuck. Evet hala izliyorum. Artık işlenmedik konu bırakmadılar. Bu diziyi sevme sebebim ne kadar sığ yaratıklar olabileceğimizi şık bir ambalajla sunuyor olması. Trueblood biteli çok oldu, yeni sezon için günleri sayıyoruz. Bored to Death az ama özdü. Bu senenin en iyi çıkış yapan dizi ödülünü ona verdim. 30 Rock ise gerçekten komik. Seinfeld komiği değil belki ama onun bıraktığı sonsuz boşluğu ters açıdan dolduruyor. Alec Baldwini bir gün sevebileceğim asla aklıma gelmezdi.
Şimdi haberler. Taraf gazetesi son 3 aydır filan asabımı düzenli bozuyor. Hep bir "bu küçük dağları biz yarattık, biz olmasak bu ülkenin hali nice olurdu" havası esiyor. Bir darbe yapılacaktı da sayelerinde yapılmadığına filan inanıyor adamlar. Yahu silahlı bir yapının bir takım simülasyonlar yapmaması mümkün mü? Bence değil. Bir de NTV bombası vardı, yahu aynı başlığı 3 gün nasıl atıyorsun, bütün habercilerin toy mu senin? Yasemin değil diye biliyordum ben? NTV ile ilgili nasıl bir senaryo kurmuştun onu da merak ediyorum. Okumayı sevdiğim 2 adam kaldı gazetede artık, geri kalanı diğer çöplerin yanında yerini aldı.
Az önce FriendFeed'de rastladım: Bobiler güldüğüm bir blog. Ama daha çok güldüğüm feedlerde dolaşırken gördüğüm antibobiler oldu. Yorumlardan birine bayıldım açıkçası: "linç etmeyelim ama şikayet maili gönderelim."

Şikayet maillerinizi bekliyorum. nakedbrunchatgmaildotcom


Pazar, Aralık 6

yeni fetiş nesnelerim mord'sithler



Terry Goodkind'ın "The Sword of Truth"undan uyarlanan Legend of the Seeker inanılmaz güzellikteki doğası ve yine inanılmaz güzellikteki insanlarıyla beni geçtiğimiz sene boyunca mest etmişti. İkinci sezonu başlayalı haftalar oldu, ama bu sezon diğerine göre çok daha heyecanlı olacağını şimdiden garantiledi. Fantastik bir dünyanın üç şehrinde (Westland, the Midlands, D'Hara) geçen dizi, klasik bir iyiler kötülere karşı hikayesi. Benim en ilgimi çeken karakterler ise Mord'Sith adı verilen (ve bana Dune'un Bene Gesserit'lerini çağrıştıran) kadın savaşçı grubu. Lord Rahl'ı korumak için yaratılmış bu gruptaki kadınlar Lord Rahl'a büyü yapmaya çalışan kimsenin büyüsünü ona karşı kullanmayı (martial arts mı dediniz) başarıyor. Lakin Mord'Sith doğulmuyor, olunuyor. Kız çocukları henüz 7-8 yaşlarındayken kaçırılıp 3 basamaklı bir eğitimden geçiyor. Birinci basamakta efendisinin ona dediği her şeye hiç sorgulamaksanızın uyana kadar acı çekiyor, işkence görüyor. Bu şekilde kişisel hiçbir arzuya yer kalmıyor. İkinci basamakta efendisini annesini vahşice işkence ederek öldürmesini izliyor ve böylece duygudan da tamamen arındıktan sonra sıra üçüncü basamağa yani Agile ile babasını öldürmeye geliyor.
Agile ise yapı itibariyle çok ilginç bir işkence aleti. Aslında kırmızı bir sopadan ibaret ya da çift taraflı bir fallus. Her Mord'Sith'e kendi eğitimi sırasında işkence edildiği Agile veriliyor. Mord'Sith artık arzusuna göre Agile'ı kullanıyor: İsterse karşıdakinin bedenine değdirdiği anda öldürebilir ya da keşke ölseydim dedirten bir acı verebilir. Ama asıl bomba bu çift taraflı fallusun üzerinde kullanılan kadar kullanana da acı vermesi. Mord'Sith Agile'ı her kullandığında aynı acıyı çekiyor ama acıyla baş etmeyi çoktan öğrenmiş: fallusun aslında ötekinden ziyade sahibi için (sahip olduğuna inandığı kişi için demek daha doğru) ne bela bir şey olduğunu anlatmanın güzel bir yolu. Geleneksel olarak üzerine yapışan kırmızı deri kıyafetleri ve tek örgü saçlarıyla gördüğümüz Mord'Sithlerin en güzeli Cara sizi açık saçlarıyla yanıltmasın. O artık Seeker'ın hizmetinde.

Cuma, Kasım 27

twilight ateşi


ilkini "neden kıyamet kopmuş görelim" diyerek rahmetli mininova'dan indirip aralarda sıkılıp sık sık durdurarak izlemiştim. pazar gecesi sineması. kitaplarını 3-4 günde bitiren bir sürü genç ve geçkin kızımız olduğunu biliyorum, bunlardan biri olan evli ve çocuklu kuzenim "ay edvıırd dan çok etkilendiim" diyebiliyor. "ney?"
neyse işte dün sıkıntıdan gittim, oysa gitmeyerek daha az sıkılabilirmişim. iyi ki jacob vardı çünkü koca film boyunca hiçbir şey olmadı. yani olanı toplasan 10 dakika. gerisi uzun uzun bakışmalar, sensiz yaşayamamlar, öpüşürken titremeler. burjuva ve aristokrasi arasında gidip gelen bir kızın dilemması. bir yanda haddinden fazla kaslı vücudu, bembeyaz sağlıklı gülüşüyle bir kurt adam, diğer yanda kemikleri sayılan buz gibi bakışlarıyla cool vampir. whedon'ın vampirleriyle geçirdiğim senelerden sonra bu kadar sıkıcı vampir görmedim. kızları geçtim ama kadınların hala idealize aşkı, modern zaman romeo ve jülyetini iç çekerek izlemeleri, gelmeyecek prensi ısrarla beklemeleri üzdü beni. meraktan film çıkışında kitapçıya gittim, henüz türkçeye çevrilmemiş devasa cildi elime aldım, son satıra baktım: and then we continued blissfully into this small but perfect piece of our forever. hep beraber zıplarsak dünyayı yerinden oynatabiliriz, hadi 1-2-3.

Pazartesi, Kasım 23

illallah!



Metis'in 2010 ajandası çıktı!
Bu ajandayı hazırlayan bizler, inanma hakkına saygı duyuyoruz. Ama biraz daha derin bir saygıyı, inanmama hakkına duyduğumuzu da belirtmemiz gerek.
İnanmanın bir kez daha tartışılmaz bir şekilde insan varoluşunun temellerinden sayılmaya başladığı günümüz dünyasında, (ülkesine ve mekânına bağlı olarak) inanma hakkı örgütlü dinlerle, devlet bütçeleriyle, polis ya da asker kuvvetleriyle koruma altına alınmış durumda; buna karşılık, varoluşlarını inanma temelinde tanımlamak istemeyenler genellikle tekil, münferit ve örgütsüzler. Doğduğumuzda dinsel bir kimlik edindiğimiz varsayılıyor ve dünya karşısındaki duruşumuzu nasıl tanımladığımız sorulmadan bu kimlikler atfediliyor bize; üstelik yirminci yüzyılın sonlarında başlayan bu yeniden dinselleşme eğilimi siyasi, tarihsel bir gelişme değil de doğal bir oluşummuşçasına kabullenmemiz bekleniyor. Vicdana, adalet ilkelerine, ortak hukuk arayışına dayalı mutabakatlar oluşturmak yerine kendi seçimimiz olmayan kimliklerin sözcülüğünü yapmamız bekleniyor. Dolayısıyla, saygı duyup haklarının tanınmasını istediğimiz inanan kesimlerin bizlerin inanmama hakkını bertaraf edeceği kaygısından kurtulamıyoruz, ki gerek dünyanın gerekse ülkemizin tarihine şöyle bir göz atıldığında pek de yersiz olmadığı görülen bir kaygı bu.
Dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle yaşamak isteyenin bu haklarına sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır kuşkusuz; ancak kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit ölçüde meşru bir haktır bizce.
İnanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke umuduyla, bu ajandayı kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere sunuyoruz...
— Metis editörleri

Pazar, Kasım 15

kıskanmak



kıskanmak çeşit çeşit. birini kıskanmak, birini birinden kıskanmak. kötü ve naif iki ayrı ucu var. zeki demirkubuzun iyi hikaye anlattığını biliyoruz, ama belki de bazı kitaplar yalnızca kitap olarak kalmalı. fatih özgüven radikal'de filmi çok iyi özetleyen iki yazı yazmış, tavsiye ederim. bir şeyler havada kalmış, apar topar bir final, kıskanılan öznelerin karmaşası. bunun yanında türk sinemasında ilk kez kapı arkasına kaçma isteği uyandırmayan tutkulu bir sevişme sahnesi, nergis öztürk'ün harika oyunculuğu. dandy rolündeki çocuk biraz emo, babasının ceketini giymiş bir velet gibi. berrak uğraşmış besbelli. satie detayı ise filmin hanesine artı yazmamdaki kişisel sebebim.

Çarşamba, Kasım 11

a room with a view



her genç kızın rüyası, vernazza, italya.
yağmurlu istanbul sabahlarında, arapsaçına dönmüş bir rüyadan uyandığımda gözlerimi şu manzaraya açmak isterdim.

Cumartesi, Kasım 7

desperate times call for desperate measures



hayatın "undo" tuşunun olmaması hatalardan öğrenme lüksünü getiriyorsa, götürdükleri nereye gidiyor?
işte ben oraya gitmek istiyorum, bazen.

Salı, Kasım 3

uyutmayacağım seni bu gece

ağlama duvarıma hoşgeldim.
günlerden beri evden doğru dürüst çıkmamama rağmen nasıl oldu bu kadar hasta oldum anlamış değilim. cumartesi gecesi öhö öhö seviyesinde seyreden öksürüğüm pazar günü ciğerimi kusacakmış gibi bir seviyeye gelince korktum. dün doktora gittim, ateş yok, akıntı yok, öksürük var, halsizlik var, bronşit var, faranjit var. aldım antibiyotikleri ve şurupları, eskisinden daha çok öksürebilmek için. öksürmek hem karın kası hem de ciddi yetenek gerektiren bir şey, henüz o gırtlaktan aşağı kayan balgamlarla göz göze gelemedim.
neyse uykusuz geçen ikinci gecemde uyumaya azimle çalışır arada öksürürken burnum tıkandı. çok az korktum. sonra bana 5 dakika ama gerçekte 5 saat süren bir takım halisünasyonlar gördüm: süper mario kılıklı ve el arabalı işçiler beni iyileştirmek için uğraşıp duruyorlardı. biraz bilinç sahibi olunca anladım ki ateşim çıkmış. biraz daha korkup ateş düşürücü aldım.

az önce doktorla konuştum, therafluya başla dedi. h1n1? dedim, yok daha değil dedi.

Pazar, Ekim 25

bu sene moruz


fenerin "hiç küfür edilmediği" iddialı stadının orada oturan bir galatasaraylı arkadaşımın tweet mesajı: sabahtan beri anama küfrediyorlar. ha bir de küfür edilmeyen maça maç demem, öyle stada stad demem yahu.
neyse ben formamı giyiyim, from florya with love.

Perşembe, Ekim 22

Whatever Works


Love, despite what they tell you, does not conquer all. Nor does it even usually last. The romantic aspirations of our youth are reduced to whatever works.

Pazartesi, Ekim 5

bored to death



yaz başında haberlerini okuduğum, jonathan ames'in yazdığı harika dizi sonunda başladı. rushmore'dan beri hastası olduğumuz schwartzmann , hangover'da dikkatleri çeken galifianakis ve yılların tecrübesi ted danson. you had me at hello.

Pazar, Ekim 4

bilmek lanetlenmektir*



tek bir gün bile birdenbire büyümek için yeterli. bazen duyduklarını sindirebilmen, hemen o an büyümen gerek. sıkı sıkıya tutmak istediğin masumiyetin eli seninkini tutmayan cansız bir el. bilmek istediğinden fazlasını bilmek susmayı öğrenmekten başka neyi getirir? susmayı bilmek, susabilmek en çok senden götürür. sana teğet geçen bu hayatların kendi hayatın olmadığını tekrarlamak, kendine dönmek: kendime verebileceğim tek tavsiye.

*adorno.

Pazar, Eylül 27

"bir şarkısın sen"

geçen sezon da vardı, bu sezon malesef yine var. ilk gördüğüm andan beri 10 saniyeden fazla dayanamıyorum. biri bizi gözetliyorlar, dans edebilir misinler bitti sömürülecek en son çocuklar ve sesleri kaldı. "iyi eğitim", "fırsat" gibi zırvalıklara da inanmıyorum, bu programın masumiyetine zerre kadar inanmadığım gibi. eğitmek dertse bunun üzerinden para kazanmaktan, minicik çocukları çaktırmadan yarıştırmaktan daha iyi bir yöntem olmalı. aileyi bir arada tv karşısına geçirecek program kisvesiyle açgözlülükle çocukların sırtından para kazanmak için programı defalarca bölüp parayı ceplerine indirmesini iyi biliyorlar. dekor led ışıklandırma ile dolu. epileptik yatkınlık varsa çocukların ekran karşısında en hafif yan etki olarak baş ağrısı ve en ağır kriz geçirmesine neden olan bu ışığı cayır cayır yakmasını da biliyorlar. o çocukların ise olağan hayatlarına bu programdan sonra devam etmeleri de olanaksız. ben bu programda "gerdan kıran" çocuktan başka bir şey göremiyor, görebilene gözlük vermek istiyorum.

Salı, Eylül 15

Betty Draper'ın bir kadın olarak portresi



geçtiğimiz pazar yayınlanan madmen bölümü (the Fog) izlemekten inanılmaz keyif aldığım bölümlerden biri oldu. çoğu izleyiciye göre hiçbir şey olmamış bile olabilir, alt tarafı betty draper 3. çocuğunu doğurdu. bense çizilen ve çizgileri giderek derinleşen betty draper portresine hayran kaldım. babasını 2 hafta önce kaybetmiş olmanın ruh hali betty'i doğumhaneye kadar takip etti. betty doğurmak üzereydi, rahim 7cm açılmıştı ama o orada değildi, o arada olmak istemiyordu. elinde olsa o bebeği geldiği yere geri gönderir, tüm hamileliği boyunca elinden düşürmediği sigarası ve içkisiyle, titrememiş bir elin kusursuzca çektiği eyelinerlı gözleriyle boş boş bakmaya devam ederdi. sayıklamaları arasında sarfettiği "i am just a housewife, why are you doing this to me?" yi yazan metin yazarı sinsi sinsi gülmüş olmalı. bayıldığında ölmüş babasını yerdeki kanları paspaslarken, annesini ise ona ağzını sinek girmesin diye kapamasını söylerken buldu. betty annesinin kızımıydı? hem evet, hem hayır: her kız gibi. kendine geldiğinde kucağında cinsiyetinin kız olduğunu varsaydığı bir bebek vardı. yanılmıştı, güç-erkek-fallus-baba kucağındaydı. geriye yapılacak tek şey kalıyordu, ona babasının ismini vermek.
gece babasının öldüğü odadan gelen ağlamaların betty'i yataktan kaldırması biraz zaman aldı. ama odaya girmesi kadar değil. ve işte dizinin en güzel saniyeleri, betty'nin tekinsizliği ekranı dolduruyor. odanın kapısına gelmeden koridorda sırtından gördüğümüz, öylece duran betty. o odaya hiç girmemesinden mi yoksa girmesinden mi daha çok korktum bilemiyorum. ve kendimi bir kere daha haklı çıkardım: gerçekte bir yerlerde yaşadığına inandığım tek karakter betty. diziye yalnızca don draper'ı izlemek için başlamışken artık betty'nin kendine ait bir diziyi hak ettiğini düşünür oldum.

güzelliğiyle beni her seferinde şapşapa çeviren betty draper'ı canlandıran january jones'un röportajı için: http://www.interviewmagazine.com/film/january-jones/ röportajı yapansa jack nicholson. dream team.

Cuma, Eylül 11

moda

benim için bir semt ismi. herkes için değil tabii. ülkemde özellikle son yılların pompalanan değerlerinden biri. "modadan anlamak ama takipçisi olmamak", "moda ne derse onu yapmak", "moda blogu açmak", "moda dergilerinde çalışıyor olmak", "sokak modası" "kıyafet bir iletişim biçimi": bunlar çok moda kavramlar. ece sükan her açılışta deri minik etek giyip bacak boyu veriyor ve türkiyenin senelerdir arayıp da bulamadığı wintour'unun nihayet bulunduğu düşünülüyor. ya da aman allahım vog türkiyeye geliyor, artık huzurla ölebiliyoruz. bahsettiğimin giyinmeyi sevmekle, moda dergisi alıp seksin on altın kuralını okuyarak vakit öldürmekle ilgisi yok. bu insanlara bir şeyler olmuş. (sex and the city nin bunda bir rolü olduğundan şüpheleniyorum) birileri nasıl giyinilmesi gerektiğini bildiklerine karar vermişler, birileri ona çok farklı zevklere sahip olduğunu söylemiş ve kendilerine bir misyon belirlemişler. jenerasyonumun çoğu düşkünlüğünü anlamadığım gibi bunu da anlamıyor, "ortaokuldayken nietzche okuyordum, nirvana dinliyordum, kırmızı siyah çizgili kazağım vardı" kabilesinden olduğum için 2 şort 1 gömleğin peşinden koşacak bu kadar enerji nereden çıkıyor diye merak ediyor, o enerji bir yerde biriktirilse dünyanın enerji açığı kapanırdı biz de rahat ederdik diye düşünüyorum. bu yüzdendir ki modadan başka derdi olmamak bana biraz avam, biraz sarışın bir uğraş gibi geliyor. moda sanattır, bıdıdır filan diyen çıkacaktır kesin. o şahsın tez zamanda bir moda blogu olsun, "elbise:topshop, ayakkabı: marc jacobs, çanta: tokyoda bir sokak pazarı"ndan başka bir cümle kuramasın istiyorum.

bana yine esmer günler düşüyor, bu gece bolano'yu bitireceğime söz veriyorum.




Çarşamba, Eylül 9

homo homini lupus



iklim değişikliği, şehrin altyapısızlığı, allahın bir hikmeti. elimizde bu sebepler/bahaneler var. geriye kalanlar: ölen insanlar, telef olan hayvanlar, maddi hasar, bir de yağmacılık. sele kapılıp giden plazmalarla, kolilerce tabak çanağı ve hatta klozet kapağını yağmalayan, satmaya çalışan insanlar. bu toplumun kapitalizm öncesi refleksleri artık giderek yok oluyor: komşunu sev, yardım et, kenetlen. gerçeğin çölüne asıl şimdi hoşgeldiniz!

Perşembe, Ağustos 27

med-cezir

gidip gelen sular. reflü.
filmi geriye saralım, 10 gece önce, bodrum marinada, teknedeyiz. marina yat kulüpte fatih erkoç şarkı söylemekte. mideyi sünger pizza'da doldurmuş, üzerine 1buçuk saat kadar yürümüşüz. mecburen fatih erkoç dinleyerek uyuycaz. haydi üçgen yatağa. göğsümde bir batma. kalp ağrısı. kalbim ağrıyor diye düşündükçe artan nabız, 70-80-90. sağa döndüm olmadı, sola döndüm olmadı. oğuzu da huzursuz ederek kalktım. nefes alınca ağrıyor mu, kolunu kaldırınca ağrıyor mu, hayır sağa bakınca ağrıyor mesela. bu kadar saçma bir acı yok, çünkü tarifi yok. babam da kalp krizi öncesi tarif edemediğim bir ağrı dememişmiydi? neyse uyuyalım, sabah hala hayattaysam, görüşürüz.
kötüler ölmüyor tabii. acı yerli yerinde, yanında bonus mide bulantısı, tekneden mi sıcaktan mı kalpten mi? cevap hiçbiri.
bugün o ağrı yeniden göğsümü sıkıştırınca ve bu sefer ağzımdan çıkardığım sayısız hava baloncuğunu, ağrıyla beraber yanmayı, arada gidip gelen bulantıyı anneme anlatınca teşhisi koydu: reflü.

Pazartesi, Ağustos 3

Kendisine Dönük İroni: Dokunup Geçme Sanatı


[...]
Kuşkusuz dört bir yanımızda oyunlar dönmekte... Bu güldürüye daha nasıl katlanabiliriz? Sahte inciler gerçeklerinin tıpkısı oldu, robotlarla canlıları ayırmak olanaksız; birbirinin yerine geçebilen şeylerle alay edilmesi hiçbir şeyin yerinin doldurulamaz olmadığını kanıtlıyor sanki. İroni çoğulluğun keşfinin bize esinlediği hafif melankolik sevinçtir; duygularımız, düşüncelerimiz olduklarını düşündükleri noktadan daha aşağılarda yakınlıklar kurmak, zamanın ve uzamın içinde çoğunlukla birlikte yaşamak için o derebeylerine yaraşır yalnızlıklarından vazgeçmeliler; yenilikler eskiliklerini itiraf ediyorlar ve naiflerin kafa karışıklıklarına dönüşüyorlar; evren canlanıyor ama özgülük köreliyor; dünyada hem daha çok çeşitlilik hem de daha az tutku var. Birçok saltığa birden hayranlık duyulamaz, insan birçok kadını birden sevemez; sosyeteden biri gibi, üç yüzü yakın, beş yüz arkadaşı olamaz, böylesi şaşkınlık verici bir bolluk duygunun gizemine ve gizin ciddiyetine hakarettir. Dolayısıyla, içtenlikle adalet arasında bir seçim yapmak gerekir. İronileştirmek adaleti seçmektir. Tanıklar, bizlerle alay edecek toplum, gözlerini üstümüze dikmiş geçmiş ve gelecek; onlar da kendi dileklerinin yerine getirilmesini bekleyen, içimizdeki başka bölgeler, çevremdeki sayısız ben-olmayan geliyor akla. Artık bırakmasınlar beni şu anla baş başa: o egemen anla, burada ve şimdi olanla; an zamanda ve uzamda bir nokta artık sadece. Yazık! Neden hem akılcı hem de tutkulu olamıyoruz?

Vladimir Jankélévitch / Cogito -YKY

Cuma, Temmuz 31

yangın var!

bir gece önce şöyle bir rüya: nerde olduğumuzu kestiremediğim ama yeşillik ve tepelik bir alanda oğuzla evlere bakıyoruz. herkesin baktığı bir ev var, ona doğru yürüyoruz, ev inşaat halinde, yanına gelince insanların aslında başka bir yere doğru yürüdüğünü fark ediyor, inşaatın içine giriyoruz. bir odada bir sürü kedi yavrusu var, oğuz yavruları severken anneleri geliyor ve oğuz'u birçok yerinden tırmalıyor. ben donup kalıyorum ve uyanıyorum.
kedi görmek uğursuzluksa, dişi sokak kedisinin tırmaladığını görmek ur-uğursuzlukmuş. bütün uğursuzluklar burdan türemiş sanki. bu kadar simgesel bir rüya görmenin etkisinden olacak ardından gördüğüm 3-4 rüyada heyecanla hep bu rüyayı anlattım durdum.
dün gece 2:10 gibi yangın var sesiyle uyanıp cama koştuk, gördüğümüz tek şey duman. 110'u çevir, itfaiyenin bir sürü sorusuna cevap ver derken alevler ürkütücü bir seviyeye geldi. dışarda inanılmaz bir sıcaklık, çığlıklar, ağlamalar. neyse ki yanan çatı katının sahibi evinde değilmiş. alt katındaki kadının sayıkladığı ise evde kalan kedisi.

Salı, Temmuz 28

olmayacağız!

evini kuran dişi kuş olmayacağız,
akşam erken evde olmayacağız,

kimsenin namusu olmayacağız.

Salı, Haziran 30

the hell with love



The end was quick and bitter. Slow and sweet was the time between us, slow and sweet were the nights when my hands did not touch one another in despair but with the love of your body which came between them. And when I entered into you it seemed then that great happiness could be measured with the precision of sharp pain. Quick and bitter. Slow and sweet were the nights. Now is as bitter and grinding as sand- “Let's be sensible” and similar curses.

And as we stray further from love we multiply the words, words and sentences long and orderly. Had we remained together we could have become a silence.
-Yehuda Amichai

Çarşamba, Haziran 24

ve sonsuza dek mutlu yaşadı:


dr yeterlik sınavının yettiği bir noktada sınava girdim. yazılı sınav 4buçuk saat filan sürdü, içimi kağıtlara döktüm. sözlü sınav için araya haftasonu girdi, bir de efes one love. vip'de oturup tıkınmaktan ve içmekten halkın arasına pek karışamadık, zaten dinlenecek doğru düzgün adam da yoktu yasemin dışında. uykusuz bir gecenin ardından pazartesi 5 prof ve ben cehennem sıcağında bir odada tezimi tartıştık. tartışılcak bir şey olmadığını anlayınca beni bıraktılar, şimdi bir hafiflik. merhaba güneş, elveda beyaz ten.

Cuma, Haziran 12

sığınak değil en kuytular


gelmeyecek bir ilham, bitmeyecek bir an, gitmeyecek anı. çocukluğumun geçtiği bahçelerden birinde yürürken boyumun asla erişemediği duvarlar aslında ne kadar da bodur. ekildiğini hatırladığım ağaçlar, güneşi görmediğinden kurumaya mahkum çim, iki ağaç arasına gerilmiş ip, pencereden aşağı atılan top. kahkahalarımızın yankılandığı duvarlardaki çatlakların birinden içeri

Salı, Haziran 9

hayat aynı gökteki gibi



hi. ideolojinin yüce nesnesi olmak üzereyim, sınava 10 gün kala literary theory çalışmaktan jameson'ın depthlessness dediği şeye ulaştım sanırım. dahası saçıma phyto'dan aldığım besleyici olduğunu iddia eden yağı sürdüm, hayatımda bir dönüm noktası. ah bu ben kendimi nerelere koşsam. bye.

Pazartesi, Haziran 1

diş beyazlatma

o başlığın sonunda bir de ünlem var. ben beyazlattım siz beyazlatmayın diye söylüyorum, ağrı eşiği yukarlarda seyreden biri olarak şu an kendimi hastaneye kaldırmak istiyorum. bütün dişlerim teker teker ağrıo, hani soğuk-sıcak hassasiyetinde beyne bir bıçak saplanır ya, onun sürekli olduğu bir cehennem azabı. bütün forumlara baktım herkes ne kadar sürdüğünü sormuş, bir allahın kulu da ağrısı geçince yazmamış, bu da ağrıdan intihar etmiş olduklarını gösteriyor. 1-2 gün gibi dişçi açıklamaları okuyorum, değil 1 gün 1 dakika daha dayanacak gücüm kalmadı. kafama sıçıyım. bembeyaz dişlerim var.


4 saat sonra: 2 saat önceki ağrı seviyesine dönmek için neler vermezdim.

14 saat sonra: geçirdiğim en kötü geceydi. giderek şiddetlendi sonunda ağlama krizine girdim. 2 apranax fort bana mısın demedi. dünyanın bütün uyuşturucularını getirin bana modundayken sabahın 5ine doğru artık nefes alırken bile dişim sızlıyordu. bi ara sızmışım. uyandım, çok daha iyi bir seviyede ağrı, bir daha artmasın diye bahçedeki çam ağacına adak adamaya gidiyorum.

Çarşamba, Mayıs 27

leb demeden leblebi diyemezsin



başlayınca bitene kadar bırakamadığım şeylerden biri sarı leblebi. oysa artık nutellayı bırakabiliyorum, ki bu bence kendimi terbiye etmiş olduğumun en büyük göstergesi olmalı. leblebi şişkinliği, leblebi gazı.

Pazar, Mayıs 17

star-crossed lovers


"What's in a name? That which we call a rose by any other name would smell as sweet."

Çarşamba, Mayıs 13

aranciata rossa

ilk yediğimden beri aşığı oldum edamame - taze soya fasülyesi - yemek için wagamama ya gitmeye gerek kalmadı. iglo donmuşunu getirmiş sağolsun, fasülyenin içinden çıkarıp yemek zevkliydi ama burda ayıklanmışı var. heyecanla spor sonrası migrosa uğradım, az önce buharda pişirdim ve tükettim. sonuçtan tatmin olmuş gibiyim. bikaç gündür sporda bi kız ve trainerını fark etmemek mümkün değil.  kişisel spor eğitmeni inanılmaz gereksiz bulduğum bir merci, madonna olmadığın müddetçe. zaten sports international halkı da buna hazır değilmiş, herkes merakla takip ediyor çifti.kas yığını trainer haydi başlıyoruz, bundan 10 tane daha istiyorum, evet devaaam, bırakma filan gibi enerjik cümleler kurup duruyor kıza. bi de kızın cep telefonunu cebinde taşıyor, mesaj gelince filan veriyor. sekreter bir duruşu da var. ben spor bitince ne yapıyorlar onu merak ettim, herkes duşunu alıyor, orda bitiyor mu, sanki her şeyi beraber yapıyorlarmış gibi bir izlenim uyandı bende. kızın yaşamaya hali yok ama tezahurat var. bundan başka dollhouse bitti, ben son bölümü televizyon izlerken izledim, joss'a saygıda kusur etmemek için izliyormuş gibi yapmanın manası nedir tam olarak. zaten bir sey izleme sabrım iyice tükendi, yaz geldi, kiraz çıktı. en sevdiğim içecek soda. pellegrinonun kan portakallısı enfes. yarın depeche mode a gitsem mi gitmesem mi derken konser iptal.

Salı, Mayıs 5

Le Relais de L'Entrecôte



oh bebek. yemek menüsünde tek yemek var: yukarıda gördüğünüz, hayatımda yediğim en güzel et ve patates kızartması. sorulan soru basit: etiniz nasıl olsun? İlk cenevre'de gittim, haftaiçi olmasına rağmen epey sırada bekledik. sonunda sıkışık masalarla dolu salona girdik. ortam harika, şarap güzel. başlangıç olarak cevizlerle süslenmiş hardal soslu salaş bir salata geliyor önünüze. yanında da baget ekmek. sosu gerçekten harika. salata tabağını bagetle sıyırıyor olmak korkutucu. bu az sonra nasıl bir tatla karşılaşacağınız hakkında küçük bir ipucu sadece. sonunda içi kırmızı, üzeri enfes yeşil sosla örtülü antrikotumuz geliyor. orgazmik. asıl süpriz bu yemeği 2 kere yemek oluyor, birinci porsiyonunuzu bitirdiğinizi gören kadın garsonunuz hemen tealight mumların üzerindeki tepside sıcaklığını koruyan etinizin ikinci kısmını servis ediyor, yanına yeni kızarmış patatesler ve "bonne continuation" diyerek yanınızdan ayrılıyor. yaşasın damar sertliği, kolestrol. sonra yer kaldıysa gelsin tatlı menüsü. ilk gittiğimizde delilik yapıp mont blanc, dondurmalı profiterol ve creme brulee istedik. hepsi de enfesti, özellikle de brulee yumurta yumağı bir tatlı olmasına rağmen inanılmaz hafifti. yediklerimin tadını anlatmak gibi nafile bir çaba içersine girmeyeceğim, sadece şunu söylemek yeterli olacaktır:cenevre'de 2, paris'de 2 kere giderek 15 gün içerisinde 4 kere gittiğim tek restorandır kendileri. yoksa brasserie mi demeliydim? 
aldığım duyumlara göre cities'de L'Entrecote de Paris diye bir yer varmış. always the real thing diye düşünsemde en kısa zamanda gidip hayal kırıklığına uğramamak istiyorum.

Pazar, Mayıs 3

corona



Aus der Hand frißt der Herbst mir sein Blatt: wir sind Freunde.
Wir schälen die Zeit aus den Nüssen und lehren sie gehen:
die Zeit kehrt zurück in die Schale.

Im Spiegel ist Sonntag,
im Traum wird geschlafen,
der Mund redet wahr.

Mein Aug steigt hinab zum Geschlecht der Geliebten:
wir sehen uns an,
wir sagen uns Dunkles,
wir lieben einander wie Mohn und Gedächtnis,
wir schlafen wie Wein in den Muscheln,
wie das Meer im Blutstrahl des Mondes.

Wir stehen umschlungen im Fenster, sie sehen uns zu von der Straße:
es ist Zeit, daß man weiß!
Es ist Zeit, daß der Stein sich zu blühen bequemt,
daß der Unrast ein Herz schlägt.
Es ist Zeit, daß es Zeit wird.

Es ist Zeit. 

Paul Celan

Salı, Nisan 14

3 kilo fotoğraf makinesiyle gitmek üzereyken

1
Yol, iki yer arası değildir -
yer, iki yol arasıdır.
Yola çıkan kişi,
bir yerden kalkıp bir yere ulaşmağa çalışan
değildir -yolu yürüyendir.
Yer görelidir; mutlak olan, yoldur
-ya da, yürümek...

2
Bir yerden bıkıp, yeni bir yola çıkan kişi,
çıktığı yolun hiç de yepyeni bir yol
olmayabileceğini; daha önce zaten yürünmüş
bir yol olabileceğini de hesaba katmak 
zorundadır: Mutlak yeni yol yoktur:
Ama, yola çıkacak kişi açısından, yeni yol
-çoktur...

O. Aruoba

Pazar, Nisan 12

The unexamined life is not worth living.


examined life'ta zizek her zamanki zihin açıcılığıyla, butler olağanüstü dykelığıyla beni büyüledi. ekolojinin çağımızın dini olduğunu söyleyen zizek'in gerçek aşk tanımının (bir insanı tüm kusurlarıyla, idealize etmeden, olduğu gibi, o olduğu için, tüm kirli ve kötü yanlarıyla ve mutlak olarak sevmek) çevremize duyduğumuz sevginin formu olması gerektiğine hemen ikna oldum. diğer isimler çok beklenmedik şeyler telaffuz etmeseler de iyi olmuş güzel olmuş. lazım. acilen uyumam lazım.

Çarşamba, Nisan 8

bibip.


ne zamandır giremiyordum blogger'a. az önce aklıma yasaklandığı dönemde yaptığım şeyler geldi, ip adresi mi değişti acaba diyip temizlik yapınca açıldı. özlemişim. bugün 2 film gördük, aslında 3 olacaktı ama obama'nın florya'yı trafiğe kapaması dolayısıyla 2ye indi. welcome ve mammoth. welcome şahaneydi, ama mamut neden çekilmiş pek anlamadım, ebeveynlik mi derdimiz, batılı erkek mi, hepsi mi hiçbiri mi. filmden önce rastlaştığım cem'in dediği gibi sıkılmadım ama iyi de değildi. gelelim dizilere, cihan "green wing"le tanıştırdı, tek kelimeyle harika. in treatment 2. sezona başladı. lie to me çektim birkaç bölüm beden dili dersi gibi, hiç fena değil. castle indirdim ama nathan fillion'a rağmen bir bölümden fazla izleyemedim. mad men ve true blood ın başlamasını bekler gibiyim, sonuncudan pek bir umudum olmamasına rağmen. lost son birkaç bölümde lostpedia'ya bakma isteği uyandırdı, eski bir aşkın yeniden uyanışı. dollhouse ise tam bir hayal kırıklığı, whedon espiri anlayışını tamamen aldırmış. 
dizi izlemekten başka bir şey yapmıyor gibi bir izlenim bırakmışsam ne mutlu bana. yeterliğe az kaldı, stres de olmuyorum artık, haftaya çarşamba buradan gidecek olmanın rahatlığıdır belki bu, sanki bir daha dönmeyecekmiş gibi.

7 saat sonra: gece yatarken en önemlisini söylemeyi unuttuğumu fark ettim. battlestar galactica bitti, yastayım hiçkimse bilmiyor.

Salı, Mart 24

tenin üzgünlüğü


Rezaletin peşindeyim Yorgo. Soyluluk nasıl taçlandırıyorsa hayatı, gülünç de görünebiliyor bazen. Geleceğin belleksiz toprağına kondurulmuş perişan bir korkuluk denli işe yaramaz... Böyle onurluca kimi savıyoruz başımızdan? Kimi Yorgo? İlla aşkla mı sıvamalıyız dokunma açlığımızı? Birbirimize değdikçe tenimizden çıkan ateşi gösterişli sözlerle hatırladıkça güzelleşiyor muyuz sanki? Şimdi, şu anda, tam da geçip gitmekteyken zaman, rezil olmanın bir yararı olmalı. Ayıp etmek yetmez, önünde eğilip yüceltmeliyiz ayıbı. Alçalmalıyız Yorgo. Madem sevişmeyi beceremiyoruz, bir gün sevişebileceğimiz başka birilerini ummanın iyimserliğiyle bırak da düzüşelim.

Sema Kaygusuz - Yere Düşen Dualar

Pazartesi, Mart 16

ışığı gördüm



kimsenin bir türlü çekemediği konuları mahsun çekmiş, iyi etmiş. yılmaz güney'le kıyaslanması biraz komik, zaten kıyaslama da ne derece geçerli ve tehlikesiz bir tekniktir bilemiyorum - ama daha da iyi filmler çekmesini diliyorum.

Çarşamba, Mart 4

sukunet



sporda yeni programımın ağırlığı altında yorulmuş, suyumu içip arabama binmiş sevgilimle konuşmuş ve motoru çalıştırmıştım. her zamanki gibi sakin. sonra arabanın burnunu çıkarmamla  geri geri son sürat bana gelen röno yu gördüm. küt. arabadan çıkan boyama sarı teyze bana "arabama çarptınız" dedi. ya sabır 1. haklı çıkmak için bu kadar mücadele vereceğini bilsem tamam sen haklısın diyip susardım, ben bir noktada pes eder zannetmişim. yanlış. hayatımda ilk kez birini dövmeye bu kadar yaklaştım herhalde. beni alaya alarak konuşmalardan tutun, ölümlü dünyaya uzanan inanılmaz zaman kaybı bir monolog. bir noktada kendi kontrolumu kaybetmemek için polisi aradım ve arabanın içinde oturdum. bana gelip "ayağınıza kadar geliyorum siz arabanızda oturuyorsunuz" dediği noktada artık kontrol sahibi de değildim. polis geldi, bana acıyan gözlerle bakıp yardımcı olamıyoruz tutanakları siz tutacaksınız dedi. sports un güvenlik görevlisi aracı olup tutanağı tutmak istedi, bir akbaba misali durmadan beynimi didikleyen bu kadına karşı sabrımı korumam için. kendisi daha önce de kaza yapmışmış, hiç benim gibisini görmemişmiş. ben de suç benim olmadığı için neden terbiyesiz ben oluyorum anlayamadığımdan, kendisi süper high seviyesiyle (ikimiz de bu komunitenin insanıyız ağzı, komunite dediği de sports international) bana "size biraz akıl vermek istiyorum" dedi.  gözümle gördüm diye başlayan bir cümle kurduktan sonra ben artık dayanamayıp ben de kıçımla bakmıyorum dedim, seviye düştü seviye düştü diye sayıklayınca dedim git içeri mikrofona konuş bütün sports bilsin seviyesizliğimi, yeter ki yarım saat önce hızla girdiğin hayatımdan aynı hızla çık. evraklarımızı güvenlik gidip fotokopi çektirdi. güvenliğe sarılmak istiyorum zaten en son gelip yüzde yüz haklısınız hiç kendinizi yıpratmayın dedi. ben yolda sinirden ağladım, evde ağladım. kadının o elektriğini üzerimden atamadım. atamıyorum, atmak için yazıyorum.

Salı, Mart 3

hahaha!



geçenlerde kansere karşı verilecek mücadelede yapılması gerekenler listesinde okumuştum: kırmızı meyveler yiyin, tanrıya inanın. dilin içinde kurgulanmış gerçekliğin algımızın ötesinde oldupu, şu an bir mağaraya girip  tanrının sesini duydum diyen herhangi birinin şizofren olarak tanımlanacağı dünyada büyük resmi görmek herhalde olanaksız. 
ki büyük bir resim olduğuna da hiç inanmıyorum.
amen.

Salı, Şubat 24

update


oskarlar istediğim sahiplerini buldu, penelope cruzun 60 senelik elbisesine biraz aşık oldum. hugh jackman'ın über yakışlılığından söz etmek isterim ama uykum var. gözlerim 0 numara. sıfır. gece uyandığınızda gören bir çift göz sahibi olmanın nasıl bir lüks olduğunu anlatmam mümkün değil. çok verimli okumalar yapıyorum, teoriyi anlayasım gelmiş, ya da gözlerim görmeye başlayınca zihnim de anlamaya mı başladı bilmem,  "ha bunun da derdi bu muymuş amaaaan," gibi yaklaşmaya başlamak ne derece tehlikesiz emin değilim. dünkü pilatese badici bi hoca girdi, bugun serap hoca yok size karın göğüs ve sırt çalıştırıcam dedi. sözünün eri biriymiş, bütün gün kendisini andım. yaparken de zorlanmadım sanmıştım. yanılgı olmayan ne var ki? en güzel geceler ve en güzel günler sizinle olsun diyor şu sıralar canım sıkıldıkça karıştırdığım şaksiper'in hamletinden bi alıntıyla "yanılgı" soruma cevap vermek istiyorum.

Doubt that the stars are fire 
Doubt that the sun doth shine 
Doubt that truth be a liar 
But never doubt that I love.
 

Cuma, Şubat 20

10 dakika - excimer lazer

10 dakikada 5.25 sağ ve 5.75 sol (evet, oha) sıfırlandı. hayatımın en uzun 10 dakikasıydı belki, ayağımda galoş saçımda başka bir galoş. soğuk bir oda, hadi yat bakalım. yüz dezenfektesinin ardından, muşambamsı bir şey yapıştırdılar yüzüme, sonra gözümün olduğu yere bir delik açıldı. göze makas yerleştirildi. artık gözümü kırpmam imkansız.  birinci gözde stresten nasıl geçti anlamadım, ikinci göz ise olduğundan çok uzun geldi, sabırsızlandım. bir de iki süreci çok farklı algıladım, doktor bunun vucudun her tarafında oldugu gibi sag ve sol gozdeki sinirlerin de birbirinden farklı oldugunu ve bunun da algımı etkilediğini söyledi. en çirkin an korneanın kesildiği an, gözde bir baskıyla beraber bıçağı görmemeniz için görüşü engelliyorlar, 20 saniye boyunca her yer karanlık, hafif bir hasiktir hissi. ben hemen sordum, görmüyorum normal di mi? biz bu anı görmeni istemiyoruz dedi hemşire. sonra lazer geldi, gözünü ayırma, çat çat çat, zaten gözümü ayırmam mümkün değil bakacak başka bir yer yok. ben o kırmızının içindeki bir çizgiye kitledim bakışımı, ama hani yüksek bir yere çıkınca insanın içinde minicik bir nokta atlamak ister ya, öyle bir his vardı, gözümü oynatmaktan korkmanın stesiyle beraber oynatma arzusu, içimden 3er 3er saydığımı fark edip şaşırdım. hafif bir yanık kokusu, ardından bol bol su, bir takım uçları pamuklu fırçalar gözümü sildi sonra korneanın takıldığını gördüm, her şey bir saniye daha net oldu, sonra yeniden bu uçlaru pamuklu fırça geldi, ardından damla damla damla ve hemen 2. göze geçtiler. kalktığımda lenssiz halimden daha net ama hala bulanık görüyordum. ilk 2 saat kötü, yanma, batma,yaşlar.üzerinden 7 saat geçti, görüntü hala az da olsa bulanık olsa da acı, yanma, batma, yaşarma sıfır.
yaşasın lazer. izlemek için link: http://www.youtube.com/watch?v=KCqqULSLczE&NR=1

Çarşamba, Şubat 18

a very long quote

“Everything is more complicated than you think. You only see a tenth of what is true. There are a million little strings attached to every choice you make; you can destroy your life every time you choose. But maybe you won’t know for twenty years. And you’ll never ever trace it to its source. And you only get one chance to play it out. Just try and figure out your own divorce. And they say there is no fate, but there is: it’s what you create. Even though the world goes on for eons and eons, you are here for a fraction of a fraction of a second. Most of your time is spent being dead or not yet born. But while alive, you wait in vain, wasting years, for a phone call or a letter or a look from someone or something to make it all right. And it never comes or it seems to but doesn’t really. And so you spend your time in vague regret or vaguer hope for something good to come along. Something to make you feel connected, to make you feel whole, to make you feel loved. And the truth is i’m so angry and the truth is i’m so fucking sad, and the truth is i’ve been so fucking hurt for so fucking long and for just as long have been pretending i’m ok, just to get along, just for, i don’t know why, maybe because no one wants to hear about my misery, because they have their own, and their own is too overwhelming to allow them to listen to or care about mine. Well, fuck everybody. Amen.”

Synecdoche, New York.

synecdoche, new york


pronounciationı hallettikten sonra [\sə-ˈnek-də-(ˌ)kē\] kaç gündür süregelen anlam kargaşasına da son verdim önce: a figure of speech by which a part is put for the whole (as fifty sail for fifty ships), the whole for a part (as society for high society), the species for the genus (as cutthroat for assassin), the genus for the species (as a creature for a man), or the name of the material for the thing made (as boards for stage). bütün - parça ilişkisine dayalı, metonymynin biraz gelişkini. artık filme hazır mıydım? tabii ki hayır.
kaufman fena halde postmodern bir yazar. thomas pynchon'ın beyaz perdedeki şekli. durmadan kendi üzerine katlanan anlatımlar. sanatçının yaratma mücadelesi, asla bitmeyecek oeuvre. midlife crisis. ölümlülüğünle yüzleşme, yüzleşememe. bütün parça ilişkisi, hayat ve hayatın yerine yaşadığımız bu parça. yılın en iyi filmi. bir daha izlenmeli.